Birisi bir şeyi bildiğini söylüyorsa, ona bunu nereden bildiğini sorunuz. Eğer nereden bildiğini biliyorsa, onunla konuşun, bilmiyorsa söylediklerine itibar edemeyiz. Çünkü bir şeyi bilmek değil, nereden bildiğini bilmektir maharet.

Günlük hayattan bahsetmiyoruz yukarıda. Bir ilim metodolojisinden söz ediyoruz. Gerek modern bilimler, gerekse klasik ilimler, bilginin nereden’liği ile çok yakından ilgilidirler. Bu yüzden kimi zaman bir kitabın içinde, yazarın kendi söyleminden çok, kendi söylemini destekleyen kanıtlar daha çok yer tutar. Böyle olmalıdır çünkü okur bilmek ister: Nereden biliyorsun?

Bu soruyu merkeze alan bir soruşturma için eğirdiğimizde, bir usul meselesinin tam ortasına düşmüşüzdür aslında. Nereden başlamalı, neyi, ne kadar ve ne şekilde işlemeliyiz? Hangi bilim alanında olursa olsun, bu soruları sormadan başlayan için gidilebilecek mesafe, daha önce söylenmiş şeylerin pek ötesinde olmayacaktır.Yani yöntemsiz, usulsüz ilim yapmanın imkânı yoktur.

Buraya kadar konuştuklarımız bizi en kadim sorulardan birine getirdi: Yöntem nereden çıkar? Hangi ilimde ne yöntemi, hangi usulü kullanmak gereklidir? Bu soruya verilen çok çeşitli cevapların birleştiği bir nokta vardır: Gelenek. Usul, bir gelenek işidir ve her ne kadar yenilenmiş, eleştirilmiş ve değiştirilmiş olursa olsun, bir usulü geleneğin kucağından alamayız. Çünkü zaten usul, geleneğin her kuşakta yeniden üretilmesi için yine geleneğin öngördüğü bir güvenlik önlemidir.

İşte bu sebepten, bizim gibi, alimleri bir gecede cahil olmuş bir toplumun, ilmi usulden mahrum olması sürpriz değildir. İlmin sayısız dallarına dair, yüzyıllar içinde farklı yer ve zamanlarda farklı kişilerin müşterek çalışmalarıyla oluşturulmuş bir mirastan uzak kalmak, usulsüzlüğü değil de neyi getirecekti ki? Binler değil milyonlarla ifade edilebilecek Osmanlıca, Arapça, Farsça, Kürtçe, Süryanîce ve daha birçok dildeki yazma eserin kapağı yalnızca iki elin parmakları kadar insan tarafından açılabildi. Bu az sayıda kişi de ancak, gelenektekibüyükkırılmalarakarşıancak “eski” usulü koruyabildiler fakat onu tekrar üreterek bugüne mal etmeye imkânları da, güçleri de elvermedi.

İmkânı ve gücü elverenlerin neler yaptığına bir bakalım isterseniz. Onlarca örnek arasından, bir tanesini seçelim.2010 yılının Mart ayında, Amerika’da Michigan Üniversitesi, “Islamic Manuscripts Collection” (“İslam YazmaEserleriKataloğu”) adında bir proje başlattı. Bu proje, üniversitenin kütüphanesinde zaten bulunmakta olan İslam yazma eserleri başta olmak üzere, 1250 civarındaki türkçe, arapça ve farsça yazma eserin dijital ortama aktarılması ve internet üzerinden ücretsiz olarak hem okunabilen, hem indirilebilen bu metinlere ulaşan herkesin yorum, inceleme ve düzeltmeleriyle yeniden üretilmesini kapsıyor. Şu ana kadar dijital ortama aktarılma devresinin yarısı tamamlanmış olan projeye, Amerika’da İslam yazma eserler kütüphanesi olan üniversitelerden ve bu üniversitelerin öğretim üyelerinden, İslam ve Ortadoğu araştırmaları öğrencilerinden nitelikli bir ilgi var. Metinler üzerinde süren tartışmalar, genç akademisyenlere makale yazılabilecek bâkir alanları göstermenin yanında, asırlardır duran İslam hakkında pek çok klişenin de yıkılmasına vesile oluyor.

Kendilerinin bile olmayan bir “gelenek”in yeniden üretilmesine bu kadar çaba harcayanların aslında hangi sorunun cevabını aradıkları artık bizden saklı olmasa gerek: Bu eserlerin yazarları nereden biliyorlar? O eserlerin geleneğinden geldiğimizi iddia edenler olarak kendimize soralım; o yazarların nereden bildiğini biz biliyor muyuz ki? Yazmalar kütüphanelerde tozlanırken,cevabı verilebilecek bir soru değildir bu.

» Yasin RAMAZAN